Dokuzu Altı Geçe: Bir On Kasım Yazısı
![]() |
| Mustafa Kemal Atatürk'ün bir fotoğrafı. Kaynak: Web |
Atatürk’le ilk karşılaştığım günü kesin olarak hatırlamam imkansız. Herhangi bir söz, görsel, bir şarkı ya da marş? Bilemiyorum… Evimiz onun imajlarıyla dolu olduğu için sanki onu her zaman tanımış gibi hissettim. Ama hafızamda yer eden ilk görüntü altı yaşımdan kalmış. Bu görüntünün hangisi olduğuna ve sonraki yıllarda beni nasıl etkilediğine yazının ilerleyen bölümlerinde değineceğim.
Bu politik bir deneme olmayacak. Böyle konularda defalarca yazıldı. Çoğu resmi ideolojinin dışına çıkmayan kronolojik bir siyasi tarih anlatısını burada tekrar etmeyeceğim. Her ne kadar artık o “resmi ideoloji” anlatıları çoktan mazide kalmış ve günümüzde resmi ideolojinin dışına çıkmış olsa bile. Bu satırları bir anma yazısına uygun biçimde, içimden geldiği gibi yazıyorum. Deneyimin içinden konuşuyorum. Müteveffa Henri Lefebvre’nin yattığı yerde kulakları çınlasın; çoğu zaman hiç kimsenin dikkatini çekmeyen günlük olaylara, gazete küpürlerinin arasında kaybolanlara yoğunlaşır (Lefebvre, 1998) ve dönemin düşünce yapısını toplumsal atmosferin içinden çıkararak onu çok iyi anlardı. İncelikli ve bana göre halen aşılamamış bir düşünürdür. Neden böyle yaptığını bugün daha iyi anlıyorum; insanların ne yaşadığı ve gerçekte ne hissettiği siyasi tarih kitaplarının sayfalarında kaybolan bilgi yığınlarından çok daha önemli bana kalırsa… Eğer başarabilirsem, burada açığa çıkan şey de benim siyasal düşüncem değil, ki düşüncem dinamiktir ve onun üzerine her gün yeni şeyler eklemeye çalıştığım için genellikle katmanlaşıp derinleşiyor, duygularım ve ruhumdan süzülen deneyimin kendisidir.
Deneyimin (Thompson, 2023; Jay, 2012; Williams, 2012) siyasal düşüncenin kendisine eklemlenerek toplumsal hafızayla birlikte derinleşen ve kendini geleceğe aktaran soyut ama aynı zamanda keskin, çok gerçek ve kapsayıcı bir şey olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle aslında eskinin bağrında yeni olanın gelişmesine imkân veren son derece önemli bir kaynağa sahibiz. Deneyim ve hafıza gibi kavramlar tam da bu nedenle önemlidir ve belki de bugün fazlaca ihmal ettiğimiz kavramlardan ikisidir. Atatürk ve onu hatırlama şeklimiz doğrudan doğruya içinde yaşadığımız toplumsal ve siyasal koşullara göre değişkenlik gösterir, tıpkı kendimizi ve etrafımızdaki dünyayı algılama şeklimiz gibi... Bu değişiklik az ya da çok olabilir hatta kimi zaman somut tarihsel olayların kendisiyle ilgisini bütünüyle kaybedecek uç boyutlara ulaşabilir. Bu durum değerler sisteminin değişmesiyle yakından ilgilidir ama yalnızca ona indirgenemez.
Dünya değişti. Toplum değişti. Dahası deneyimin kendisi de değişti. Şiddetlenmenin esas nedenlerinden biri de budur. Artık zaman eskisi gibi akmıyor, mekânla kurduğumuz ilişkisel deneyimin doğrudanlığı azaldıkça hafıza ve algılama biçimlerimiz de değişiyor (Bu değişimin insanın duygusal yaşamı üzerindeki etkisine inanamazsınız!) Belki de bu nedenle bizden sonraki kuşaklar bizi asgari düzeyde bile anlayamıyorlar. Aramızda artık kapatmanın çok zor olduğunu düşündüğüm kavrayışsal bir açı dahası bir tür uçurum oluştu. Konuşma tarzlarımız, güncel olaylara verdiğimiz tepkiler, reflekslerimiz, itiraz ve kabullenme biçimimiz, her şeyimiz ama her şeyimiz birbirinden çok farklı artık... Bununla birlikte, değişim denilen şeyin kendisinin de evrilmesi; yani teknolojinin getirdiği hız ve bizatihi deneyim biçiminin büsbütün başka bir şey olması gibi, yaşadığımız zamana özgü radikal fenomenler de gelişti. Bu sonuncusu dışarıda bırakılacak olursa, kuşaklar arası değişim bir ölçüde doğal ve hatta kaçınılmaz da karşılanabilirdi. Nitekim gerçeklik çoğunlukla iyiye, güzele doğru olsaydı (evet, "bana göre" iyiye ve güzele, "bana göre" ileriye ve "bana göre" mutlu edici olana!), anlamlı ve tutarlı olsaydı, nüanslar da ana yapıyla birlikte dönüşseydi, biz de bizden sonrakilerden, şimdi öğrenmek için çabaladığımızdan çok daha fazlasını öğrenmek isteyebilirdik. O güzel sözdeki gibi; benden önceki babamdan ileri, doğacak çocuğumdan geriyim... Peki değişim hangi yönde oldu? Makul ve gelişime dönük mü yaşadık? Atatürk’ün idealleri doğrultusunda mu geliştik? Gerçekten öyle mi oldu?
Ne yazık ki hayır!
Dünyanın, dünyamızın ve ülkemizin ne kadar hızlı değiştiğini, bu dünyada bana tanınan süre içerisinde çarpıcı biçimde gördüm. Bu yüzden artık efsane ve masal olarak adlandırılan şeylere daha çok inanıyorum. Etrafımızdaki gerçeklik otuz yıl zarfında bu kadar keskin biçimde değişiyorsa üç bin yılda neler olmamıştır ki? Sözünü ettiğim değişim önce görece yavaştı, bir kırılma noktası ki kişisel tecrübeme göre doksanların ortasında oldu, geçildikten sonra artık takip edilemeyecek derecede hızlandı.
Değişim iki yönlü oldu. Gelişen teknolojiyle birlikte yeni bir çağa girdik. Bu süreçte bir tür yeniden yapılanma ve döngüsel olanın geri dönüşü olarak adlandırabileceğim bir tür bağlantısal süreç başladı (Lefebvre’nin bir kez daha kulakları çınlasın!) Bilginin yayılımı arttı, kadim bilgi kaynakları yeniden açılmaya başladı ve biz de bu süreçte somut ve yaşanan şeyleri ortaya çıkaran içsel bileşenleri, parçaları, tıpkı bir soğanın zarını soyar gibi yeniden görmeye başladık. Soğanın zarı belki de fazlaca soyuldu; önce Aydınlanmanın iki çocuğundan birinin (daha atılgan, hırçın ve dinamik olanı) yarattığı siyasal sistem bütünüyle (reel olarak) ortadan kalktı sonra da modernite ve onun yapıları tartışılmaya başlandı. Şimdi Aydınlanmanın diğer çocuğu (daha sessiz ve derinden giden!) sorgulanıyor ve belki de bundan sonra yeni bir şey gelecek, bilemiyoruz. Yine de değişimin yeniden yapılandırıcı (reorganizartif) ve çürütücü (dejeneratif) olmak üzere iki yönlü olduğu iddiamda ısrarlıyım.
Dejenerasyon sözcüğü aklımda bir tür kimyasal bozulma ve bir maddenin eski şeklini değiştirerek yeni ve farklı bir öz kazanması olarak kalmış. Sözcükleri genellikle bağlam içinde kazandıkları anlamlara göre kullanıyorum ve kavram gözümün önünde bir görüntüyü oluşturuyor. Dejenerasyon sözcüğünü düşünürken gözümün önünde çürüyen ve renk değiştiren bir meyve beliriyor örneğin. Ama yine de bunu daha somut olarak ifade etmek istiyorum, bizim dönemimizle şimdikiler arasında ortak olan belki de birkaç şeyden biri üzerinden. Karnemizdeki "kırık notların" durmadan çoğalması olarak somutlamak istiyorum bu yüzden. Yalnızca pozitif ya da sosyal bilimlerden söz etmiyorum dönem sonlarında ellerimize tutuşturulan o sevimli karnemizi anarken. Karnenin ikinci sayfasındaki, o kimsenin pek dikkat etmediği, “hepsi pekiyi” olan bölümdeki puanlamaları anlatmaya çalışıyorum asıl. Yardımlaşma ve Dayanışma, Arkadaşlarıyla İlişkiler, Üzerine Aldığı Sorumluluğu Yerine Getirebilme, Tutumlu Olmak, Hal ve Gidişat gibi bölümleri de kastediyorum. Hatta esas olarak bunları kast ediyorum.
Dejenerasyon çözülme ve yeniden yapılanma dönemlerinde bir yere kadar doğal karşılanabilir. Dünya tarihinde eskinin yeniye yol açtığı böyle dönemler vardır Sebastian Mercier’in Paris Tablosu eserini hatırlayalım. Fransız Devrimi döneminin hiciv ve muhalefet dolu edebiyatını hatırlayalım. Roma’da Cumhuriyetin yozlaşması ile İmparator Nero’nun ya da Caligula’nın saltanatı birbiriyle özdeşleşmiş değil miydi? Bunlar yalnızca ileriye doğru bir dönüşüm dönemi değil aynı zamanda geçmiş dönemin tarihini silen ya da onu kendi ihtiyaçları doğrultusunda yeniden yorumlayan yozlaşma dönemleridir. Niccolo Machiavelli, Prens eserinin aksine görece az az tanınan Opus Magnum’u Titus Livius’un İlk On Kitabı Üzerine Söylevler eserinde bu duruma dikkat çeker. Bir siyasal rejimden hatta bir yönetim döneminden diğerine, radikal devrimci geçişler dışarıda bırakılacak olursa ki bu tür radikal devrimlerin dünyada iki büyük ve önemli örneğini Fransız ve Bolşevik Devrimleri olarak biliyoruz, eski ile yeni dönemin bir süre birlikte var olduğu bazı süreçler yaşanır. Örneğin eski ve çok sevilen bir imparator ya da liderin imajları bir süre yeni yönetimde ya da siyasal rejimde de yaşamaya devam eder. Paralardan ya da söylencelerden adı bir anda çıkmaz. Ancak şekil ve içerik değiştirir. Adı daha az anılır ya da merkezden dışarıya doğru kayar. Örneğin tarihsel anlatılar yeniden kurgulanır. Merkezdeki figür bir anda rol değiştirir ve olayları yönlendiren değil onun arkasından sürüklenen biri haline geliverir. Bunun çarpıcı bir örneğini Yakup Kadri Karaosmanoğlu, baş yapıtı olarak görülebilecek Panorama adlı nefis romanının son bölümlerinde vermektedir. Kendisi de bir “Zoraki Diplomat” olarak siyasal rejimin sermaye lehine reorganize edilmeye başladığı dönemde Ankara’dan uzaklaştırılan Karaosmanoğlu eserinde eşraf ile küçük burjuva aydın ve bürokrat arasındaki rekabeti, bu rekabetin eşraf-tarım bloğu lehine son evresine girişini, dönemin Ankara’sında başlayan aferizm salgınını ustalıkla anlatır. Karaosmanoğlu bir yerde, bahçedeki bir Atatürk büstüne dikkat çekerek onun artık eski ulusal kurtuluşçu, ilerici çağrışımlarından soyulduğunu, daha tutucu, yalnızca adına ve imajlarına hürmet edilen, dahası belki her şey onun adına yapılan ama onun yarattığı heyecan ve meydan okuyan ruhun pek ortalarda görülmediği bir tür “resmi ideoloji figürüne” dönüştüğünü, bu imgelerle yüklendiğini anlatır.
Kişisel deneyimlerime ve yaşadığım döneme bakacak olursam aslında durum bundan pek de farklı değil. Kişisel olarak pek çok farklı Atatürk tanıdım. Dahası, Atatürk’e ulaşmak için kendime göre ciddi mesai harcadım. Dünya görüşümüzü her gün yeniden oluşturduğumuzu ve bunu yaparken kendi tercihlerimizi, etik ve estetik seçimlerimizi yaparak, olayları yeniden yorumlayıp onların sürekli değişen sonuçları hakkında muhasebede bulunarak, tavır aralarak aslında yerine göre çok da çabaladığımızı yazının girişinde açıklamaya çalışmıştım. Bunun çabanın çapı ve derinliği kişinin konuyu ciddiye alma derecesine, ilgi alanlarına ve bilgi ile kurduğu ilişkiye göre değişir. Ancak devletler ve siyasal rejimler söz konusu olduğunda bu çap ve derinlik son derece geniştir. Her dönem kendi somut gerekliliklerini, ihtiyaçlarını ve dahası siyasal rechilerini yaratarak sonsuz sayıda bileşeni bir araya getirir. Devlet de aslında bu bileşenleri makul ve dengeli biçimde bir araya getirip (yapabiliyorsa eğer) bugünün düşüncesini yeniden inşa etmekten başka bir şey yapmaz. Şu halde eğer siyasal birliği sürdürmekten söz ediyorsak eğer, her an yeniden bir tür “ortalama alındığından” da söz ediyoruz demektir. Peki, nedir bu ortalama?
Yazının giriş bölümüne dönelim. Benim Atatürk ile ilk belirgin ve akılda kalan karşılaşmam, 12 Eylül askeri diktatörlüğünün uzun gölgesinin üzerimizden tam olarak kalkmadığı bir tür yarı-askeri rejim sırasında oldu örneğin. Beni evde “zaptedemetikleri” için olsa gerek, yerleşik uygulamayı delmenin bir yolunu bulup, 7 yaşımdan önce, henüz 6 yaşımda ilkokula kaydımı yaptırmışlardı. Sisten göz gözü görmeyen, alacakaranlık ve kelimenin tam anlamıyla dondurucu bir kış sabahı hatırlıyorum. O kadar soğuktu ki yerler tamamen buz tutmuştu ve henüz güneş tam olarak yüzünü göstermediğinden floresan lambalar yanıyordu. Gözünü üzerimden ayırmayan ilkokul öğretmenimiz beni en ön sıraya oturtmuştu. İşte o sırada duvardaki Atatürk tablosu ile göz göze geldik. Bu fotoğrafında Atatürk, kürklü ve yeşil tonlarda bir kıyafet giyiyordu. Yaşlıca bir haldeydi. Başında kapağı yoktu örneğin. Renkli bir fotoğraftı ve gözlerinin mavisi oldukça belirgindi. Gülümsemiyordu. Yüzünde gülmekle gülmemek arasında tereddüt eden ama her halde yaşanmışlıkların acısıyla kaplanmış, derinleşmiş bir adamın ifadesi vardı. Bu öyle bir fotoğraftı ki sınıfın neresine geçersek, hangi sıraya oturursak oturalım, Atatürk sanki bize bakıyormuş gibi gelirdi. Ama yaşlı bir Atatürk’tü bu. Yorgundu, ciddiydi, üzerinde devletin ağırlığı ve resmi ideolojinin soğukluğu vardı. 12 Eylül rejimi kendi Atatürk imajını bu şekilde yaratmıştı, tıpkı Yakup Kadri’nin, romanındaki büst örneğinde tarif ettiği gibi.. Her derslikte, her okulda, bayram günlerinde stadyumlarda, sokaklarda sürekli bu fotoğrafı görürdünüz. O kadar çok Atatürk fotoğrafı görürdünüz ki… Ama farklı bir Atatürk’tü bu. Kendisinden sürekli alıntı yapılan ama aynı alıntılar yapılan, imajları sürekli öne çıkarılan ama aynı imajları çoğaltılan, saygı duyulan ama ne için ve nasıl saygı duyulması gerektiği tam olarak bilinmeyen ve dahası anlatılmayan, tartışılmayan bir Atatürk. Bir tür askeri rejim Atatürk’ü. Bir askeri rejimin kendini meşrulaştırma aracı olarak sonuna kadar istismar ederek anısına saygısızlık yaptığı ve incittiği, dahası toplumu da ondan soğuttuğu bir Atatürk.
12 Eylül 1980’den daha önce yani biz bu dünyada yokken daha canlı ve dinamik bir toplumun olduğunu biliyoruz. Bu toplum cumhuriyeti ve onun getirdiği özgürlükleri benimsemiş, aktif olarak kullanan, onları asgari düzeyde olması gereken ve sanki her zaman varmış ve sonsuza kadar da var olacakmış gibi hareket eden, kendini organik olarak aşmaya çalışan, gelişime daha açık bir toplumdu. Siyasi partileri, dernekleri, sendikaları, öğrenci birlikleri, dayanışma ağları ve canlı bir kültürel, sanatsal yaşamı vardı. Orada Atatürk’ün daha farklı ve çoğul imajları, anlamları vardı. Köy Enstitülünün Atatürk'ü vardı, toprakla uğraşırdı. Madencinin, öğretmenin, bankacının, askerin, diplomatın ve devlet görevlisinin, yazarın, avukatın Atatürk anlayışları vardı. Kendi mesleki ve düşünsel ilkelerine, kendi meşrebine göre pek çok Atatürk vardı. Soldakinin bir tür onun kaybından sonra sahipsiz kaldığı koruyucu Atatürk’ü vardı. Milliyetçinin Türk ve Bozkurt Atatürk’ü vardı, mukaddesatçının düşman zulmünden kurtaran Atatürk’ü vardı. Daha çok vardı ama merkez artık kaymıştı. Merkez zorla bir arada tutulmaya çalışılıyordu. Görünen ve görünmeyen müdahalelerle bu yapılıyordu ama toplumun ve dünyanın yavaş işleyen, güçlü ve sürekli olarak tetikte bekleyen dinamikleri vardı.
Merkez kavramı bana göre önemlidir. Türkiye’de Cumhuriyet kurulurken bir tür ortalama alınmıştır ve bu ortalama, kurulmak istenen yeni siyasal rejimin gerekleri, amaçları ve yeni siyasal sınırların, dünya konjonktüründeki güçler dengesinin, olasılıkların ve fırsatların durumuna göre hesaplanmaya çalışılmıştır. Bu bakımdan çok kapsamlı bir tür “seçme” işleminin gerçekleştirildiğinden söz etmek gerekir. Örneğin inanç alanında ılımlı ve gelişime açık ekoller sentezlenmiş, Türkiye bir anlamda 1200’lerin Anadolu tasavvuf dünyasına iade edilmiştir. Sosyal ve siyasal anlamda Kıta Avrupası'nın modernize edici geleneğine yoğunlaşılmış; Fransız Devrimi, İsviçre Medeni Hukuku ve Rus-Sovyet devletçi planlama anlayışları sentezlenmiştir. Askeri anlamda “top yekun harp” konsepti Prusya ekolü ile devam ettirilmeye çalışılmış ancak Batılı teknoloji ve örgütlenme anlayışlarıyla uyumlu bir sentez yapılması yoluna gidilmiştir. Cumhuriyetin gelişebilmesi için imparatorluk konseptinden farklı olarak coğrafyada yayılmaması, genişlememesi gerektiği düşünülmüş ve bu bakımdan Jean Jacques Rousseau, Baron Montesquieu, Platon ve Niccolo Machiavelli'nin görüşlerinden yararlanılmıştır.

Yorumlar
Yorum Gönder